Kayıtlar

Temmuz 9, 2014 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

İmam-ı Rabbanî

Ekber Şah bir şölen düzenlemiş ve her dinden insanlar bu şölene çağrılmıştı. Yeni uydurulan "Din-i İlahi" mensuplarına gayet süslü çadırlar ayrılmış, çeşitli yiyecek ve içeceklerle ağırlanmışlardır. Müslümanlar için ise paçavraya dönmüş eski çadırlar ve kuru ekmek uygun görülmüştü. Bu uygulama güya İslam'ın eskidiğini göstermek içindi. Tören başlayınca, İmam-ı Rabbanî (k.s.) Hazretleri, müslümanların bulunduğu bölümü çizgi içine alıp, bir toprak parçasını Ekber Şah'ın bulunduğu tarafa doğru fırlattı. Birdendire çok şiddeti bir fırtına çıktı ve Ekber Şah'ın saray çadırlarında başlayan panik, birkaç kişinin ölümüne ve çok sayıda kişinin yaralanmasına sebep oldu. Aynı anda müslümanların bulunduğu çadırlara sükûnet hâkimdi. Bu durumu gören Ekber Şah'ın adamlarından çoğu tevbe ederek İmam-ı Rabbanî Hazretleri'ne mürit oldular.

Adını Duyunca Şeytan Kaçar

Emevî halifesi Abdülmelik kendisinden şikâyetçi olan halka şöyle demiştir: “Siz, Ebubekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) gibi olmamızı istiyorsunuz. Biraz insaflı olun!.. Onların benzeri bir daha gelmez. Hz. Aişe diyor ki: “ Ömer (r.a.) denince adalet, adalet denince Allah (c.c.) hatırlanır. Allah (c.c) hatırlanınca da rahmet iner.” Yine Hz. Aişe demiştir: Meclislerinizi Ömer’i(r.a.) zikr ederek süsleyiniz. Dert ve merakınız varsa Ömer’i (r.a.)hatırlayınız. Şeytan Ömer’in (r.a.) adını duyunca kaçar.”

imanımı tazeledin

1961 yılında İlahiyat Fakültelerinde Tefsir ve Fıkıh dersleri veren Pakistan'lı ve uzun süre Paris'te bulunan Prof.Dr. Muhammed Hamidullah anlatıyor: İstanbul'da iken, bana Avrupalı bir müzik profesörü geldi: "Kur'an'ı tetkik ediyorum" dedi. "Kur'an şiir değildir ama onda öyle bir musiki var ki, insanı hayrete düşürüyor. Şiirde bir kelimenin yerini değiştirsen, vezin bozulur, musiki ve ahengin kaybolduğu derhal anlaşılır. Ama nesirden bir harf, birkaç kelime kaldırsan ahenk bozulmaz. Çünkü ölçü yoktur. Kur'an şiir olmamakla beraber ondan bir harf kaldırsan derhal kendine has musikinin aksadığı görülüyor. Bu beşer sözünde olamaz. Beşer sözünde böyle istisnasız tam bir ahenk bulunamaz. Bunun için Müslüman oldum. Yoksa ben Arapça bilmem. Kur'an'ın manasını da anlamam. Nihayet Kur'an'daki musikinin, Kur'an'ın bir mucizesi olduğuna delalet ettiği için Müslüman olmuştum. Hâlbuki Amener-Rasulü'de ...

tövbenin kabul olduğunun bir işareti

Bir vakit, mübarek bir zata sormuşlar ki: -Bir kişi tövbe ettiğinde, bu tövbenin kabul olduğunun bir işareti, alameti var mıdır? Bu zat kendisine sorulan soruya şöyle cevap verdi. -Evet vardır. Tövbenin kabul edildiğinin dört alameti vardır. 1-Tövbe eden kişi, önce kötü arkadaşlarını bırakır. Salih kişilerle arkadaşlık yapmaya başlar. 2-Tövbe eden kişi, günahlardan uzak durur, ibadetlere sarılır. 3-Tövbe eden kişinin kalbinden dünya sevinci, mutluluğu çıkar, ölümün hüznü ve ahiret endişesi kalbini kaplar. 4-Tövbe eden kişide rızk endişesi kalmaz, o bilir ki her canlının rızkı Allah’ın teminatı altındadır. Kendini bütün gücü ile Rabbine ibadet ve taata yöneltir.

Bişr-i Hafi Hazretlerinin Tasavvuf yorumu

Bişr-i Hafi Hazretlerine "Tasavvuf nedir?" diye sorulunca, buyurdu ki: "Tasavvuf üç anlama gelir. İlki mârifet nûruna ârif olmak ve verâ hâlini kaybetmemektir. İkincisi, dış görünüşünü bâtıl olan şeylerden alıkoymaktır. Sonuncusu ise kerâmetlerini gizlemektir."

Karınca = İnsan

Bişr-i Hafi hazretlerinin hastalığı sırasında talebelerinden birisi onu ziyarete gitti. Bişr-i Hafi’ye; "Bana nasihat et." dedi. Bişr-i Hafi buyurdu ki: "Bir karınca vardı. Yazın taneleri toplar, kışın yerdi. Bir gün topladığı taneyi yemek üzere ağzına aldı. Tam bu sırada gelen bir kuş onun ağzındaki taneyi kaptı. Karınca topladığı şeyi yiyemedi ve emeline kavuşamadı. Dünyada insanlar da böyledir. Mal ve servet toplarlar. Onları ya başkaları alıp tüketir veya ölüm kuşu gelip o kimseyi alır da dünyadaki emeline kavuşamaz. Hal böyle olunca, dünyaya gönül vermemeli, âhiret için hazırlanmalıdır.

Dervişler 3 Çeşittir

Bişr-i Hafi Hazretleri cemaatle sohbet ediyor, rızadan bahsediyordu. Sohbette bulunanlardan birisi; "Ey Bişr! Makam ve itibar sahibi olduğun için halktan hiçbir şey kabul etmiyorsun. Eğer zühd sebebiyle hakikaten dünyadan yüz çevirmişsen, halktan gizlice bir şeyler alıp fakirlere ver ve kendin de tevekkül üzere oturup rızkına razı ol." dedi. Bu söz üzerine Bişr-i Hafi buyurdu ki: "Bunun cevabını dinle. Fukara ve dervişler üç çeşittir. Birinci kısım, asla kimseden bir şey istemez, verirlerse de almaz. Bunlar hâl sahibi, ruhaniyet ehli kimselerdir. İzzet ve celâl sahibi Allah-ü Teâlâ’dan her ne isterlerse, Allah onu bu kimselere verir. Allah-ü Teâlâ şunu verecek diye yemin edecek olsalar derhâl duaları kabul edilir. Diğer bir kısmı halktan bir şey istemez ama verildiğinde kabul eder. Bunlar dervişlerin orta tabakasıdır. Allah-ü Teâlâ’ya tevekkül ederek sükûn, rahat bulurlar. Bu kısım, kudsiyet makamında ebediyet sofrasına oturmuş bir tâifedir. Üçüncü kısım ise...

Benimle Rabbim arasına giren bu boş adam kimdir?

Gençliğimde Abadan'a gitmiştim. Cüzzamlı ve kör bir adamla karşılaştım. Sarası tutmuş, karıncalar vücuduna üşüşmüş etini yiyorlardı. Başını kaldırdım, kucağıma aldım, ayılıp, kendisi ile konuşmayı bekledim. Ayılınca; "Benimle Rabbim arasına giren bu boş adam kimdir? Rabbim beni parça parça yapsa, benim O'na ancak sevgim artar." dedi. Bundan sonra artık kul ile Allah arasında gördüğüm hiç bir hikmeti merak edip de, niçin böyle oluyor? Demedim.

Rüyada Görülen Padişahlık

Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül-i Dânâ Hz.leri  ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi. Bu şekilde adamlarını gönderip Behlül'ü getirmelerini söyledi. Gidenler Behlül’ü boş bir mezar içinde uyur buldular. Uyandırdıklarında; "Siz ne yaptınız. Beni padişahlık makamından indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım." dedi. Görevliler gidip bu sözleri halifeye bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi, huzuruna geldiğinde; "Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi padişahlıktan indirildin?" dedi. O, bu soru üzerine; "Ey Halife! Rüyamda kendimi hükümdar olmuş gördüm. Tahtımda oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim. Lâkin senin adamların beni uyandırdı ve tahtımdan oldum." Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve; "Ey Behlül! Rüyadaki padişahlığa itibar olur mu?" dedi. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Ey müminlerin emîri! Benim hükümdarlığım ile seninki arasında ne fark var. Ben gözlerimi açınca h...

Vah Hârûn Reşîd

Hz. Behlül bir gün Hârûn Reşîd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler onu kamçı ile dövmeye başladılar. Askerler vurdukça o; "Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!" diyordu. O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı. Askerleri uzaklaştırdıktan sonra; "Ey Behlül! Bu ne hâl?" diye sordu. Behlül; "Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm." Hârûn Reşîd; "Peki ne yapmam lâzım?" dedi. Behlül; "Mademki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adalet üzere ol. Böylece tahtında otur." buyurdu.

O Mutlaka Buraya Gelecek

Bir gün Behlül-i Dânâ'nın evine hırsız girmiş, evde ne bulduysa alıp götürmüştü. Doğruca kalkıp kabristanlığa gitti ve kapısına oturdu. Bunun farkına varanlar başına toplanıp; "Niçin hırsızın peşinden gitmedin de buraya geldin?" dediler. Onlara; "Yolunu şaşırmış o adamcağızı burada bekliyorum." diye cevap verdi. Bu söze oradakiler kahkaha ile güldüler ve; "Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada işi ne?" dediler. Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Siz hiç merak etmeyin o mutlaka bu kapıya gelecek. Ecel onu buraya getirecektir." buyurdu. Bu sözler üzerine herkes derin düşüncelere daldı.

Herkes Cennete Gitmek İster

Adamın birisi namaz kılmaz, diğer ibadetleri yapmaz ama her gece yatarken; "Yâ Rabbî! Bana cennetini ver!" diye duâ ederdi. Bir gece aynı şekilde yattı. Geç vakitte, damdan bir tıkırtı geldiğini hissederek uyandı. Hemen çıkıp; "Kimsin, orada ne arıyorsun?" dedi. Damda bulunan Behlül Dânâ idi ve; "Devem kayboldu da onu arıyorum." dedi. Ev sahibi, "Kaybolan devenin damda olması hiç mümkün mü? Bu akılsızlık değil midir?" deyince, Behlül-i Dânâ; "Senin, hiç ibadet etmemen ve sonra da Allah-ü Teâlâ’dan cenneti istemen daha akılsızlık değil midir?" buyurdu. Ev sahibi O zaman, Behlül-i Dânâ'nın kendisine nasihat vermek için böyle yaptığını anladı. Hatasını anlayıp, tövbe etti ve ibadetlerini aksatmadan yapmaya başladı.

Bazımızı, bazımıza bağışlaması umulur.

Bir gün çocuklar, hazret-i Behlül'e taş atmağa başladılar. Taşın birisi vücûdunu kanatınca, "Ey çocuklar! Ben, Allah-ü Teâlâ’ya tevekkül ettim. O elbette bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Ancak Allah-ü Teâlâ’ya yaklaşmak insana rahatlık verir. İnsanlara ezâ ve cefâ yapanlar hiç merhametli olur mu?" dedi. Ben dayanamadım. "Ey Behlül, çocuklar sana taşla vuruyorlar, sen onlara merhamet ediyorsun. Bu nasıl iştir?" dedim. O da, "Sus!  Allah-ü Teâlâ, benim üzüntü ve acımı, onların da sevincinin çokluğunu elbet biliyor. Bazımızı, bazımıza bağışlaması umulur." buyurdu.

Kıyâmet gününde Allah-ü Teâlâ’ya ne cevap vereceksin?

Bir zaman Bağdât'ta fiyatlar çok yükselmişti. Hayat pahalılığı çekilmez bir hâl aldı. Muhammed bin İsmâil bin Ebî Fudayl, Behlül-i Dânâ’nın yanına gelerek; "Ey Behlül! Müslümanların ve bütün insanların hattâ hayvanların rahatlaması için Allahü teâlâya duâ etmez misin?" dedi. O şöyle cevap verdi: "Allah-ü Teâlâ’ya yemin ederim ki, ben bu işe karışmam. Eğer bir buğday tanesi bir dinar olsa, bize emrettiği gibi Allah-ü Teâlâ’ya ibâdet etsek, o bize vâdettiği gibi rızkımızı verir." Sonra ellerini birbirine vurarak; "Ey dünyâyı ve süslerini toplayan, gözleri uykudan lezzet almayan kimse, nefsinle uğraşıp âhirete bir tedârik yapmadın, kıyâmet gününde Allah-ü Teâlâ’ya ne cevap vereceksin?" dedi.

Bana Nasihatta Bulunur Musun ?

Hz. Behlül bir gün devrin halîfesi Hârûn Reşîd ile karşılaştı. Halîfe; "Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i Behlül güldü ve; "Benim böyle bir arzum yoktu." cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşîd kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhatı istiyorsun? Şu sarayına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Adâleti ile meşhûr olan Hârûn Reşîd onun nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi.

Behlül'ü Dânâ Hazretleri

Bir gün Behlül'ü Dânâ hz.lerini  kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş toprakla oynuyordu. Kendisine; "Ey Behlül ne yapıyorsun?" diye sordular. Onlara gâyet sâkin olarak; "Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bunlar sağ olanlardan daha emin." diye cevap verdi.

Dervişlerin dünyalık mala karşı tepkileri

Behâeddîn Zekeriyyâ Hz.leri bir gün talebelerinden birine içerden, içinde beş bin dinâr bulunan bir kutuyu getirmesini söyledi. Fakirlere dağıtacaktı. Talebe gitti. Biraz sonra gelip, kutuyu yerinde bulamadığını söyledi. Behâeddîn Zekeriyyâ; "Elhamdülillah" dedi. Biraz sonra talebe tekrar gelip, kutunun bulunduğunu söyleyince yine; "Elhamdülillah" dedi. Hâdiseye şâhid olanlar, her iki hâlde de hamdetmesinin hikmetini suâl ettiler. Bunlara cevaben buyurdu ki: "Dervişler için dünyalık olan şeyin varlığı ile yokluğu birdir. O şey gelince sevinmezler, gidince üzülmezler. Kutunun kaybolup gittiğini öğrenince, kalbime baktım, dünyalığım gittiği için bir üzüntü hâlinin bulunup bulunmadığını, üzülüp üzülmediğimi kontrol ettim. Bir değişme olmadığını anlayınca, Allah-ü Teâlâya hamdettim. Kutunun bulunduğunu söyledikleri zaman bir sevinme hâli olup olmadığını yine kontrol ettim. Sevinç hâli bulunmadığını anlayıp, yine Allah-ü Teâlâ’ya hamdetti.

Bana ait olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl engel olabilirim?

Bayezid-i Bistami çocukken bir gün cami avlusunda oynuyordu. Oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî kendisini görüp; Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velisi olacak, buyurdu. Yine bir gün hâdis âlimlerinden bir zat onu görünce çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını ölçmek için sordu: Güzel çocuk, namaz kılmasını güzelce biliyor musun? Bayezid-i Bistami de ona; Evet Allah (c.c) dilerse becerebiliyorum, cevabını verince; Nasıl? diye sordu. Bayezid-i Bistami de; Buyur ya Rabbi! Emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur'ân-ı Kerimi tane tane okuyor, tazim ile rükûya varıyor, tevazu ile secde ediyor, vedalaşarak selâm veriyorum, deyince, o zat hayran kalarak; Ey sevgili ve zeki çocuk! Sende bu fazilet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?" diye sordu. Bayezid-i Bistami de; Onlar beni değil, Allahü Teâlânın beni süslediği o güzelliği mesh ediyorlar. Bana ait olmayan bir şeye dokunma...

Telef olan tarla

Süleymân (a.s)’ın firâsetiyle alâkalı bir rivâyet de şöyledir: Bir gece, bir koyun sürüsü bir tarlayı harâb etmişti. Tarla sâhipleri, Dâvûd (a.s)’a gelip şikâyetçi oldular. Telef olan tarla, kıymet bakımından koyun sürüsüne müsâvî idi. Bunun üzerine Dâvûd (as), koyunların tarla sâhibine verilmesine hükmetti. Süleymân (a.s), o sırada küçük yaşta olmasına rağmen: “Babacığım, bir yol daha var! Koyunları tarla sâhibine borç olarak verelim; sütünden ve yününden istifâde etsin. Bu arada tarlayı düzenlesin. Tarla eski hâline gelinceye kadar koyunlar kendisinde kalsın. İşleri yoluna girince de, sürüyü sâhibine teslîm etsin!” dedi. Dâvûd (a.s) bu teklifi çok beğendi ve öyle hükmetti.

Ey filozof, bize şu Kur’ân’ın bir dengini yapıver

Arapların ilk filozofu olan meşhur Kindî’ye talebeleri: “Ey filozof, bize şu Kur’ân’ın bir dengini yapıver.” demişler. O da: “Peki, hepsinin değil ama bir kısmının benzerini yapayım.” demiş. Bir kenara çekilip günlerce çalışmış, sonra da çıkıp şöyle demiş: “Vallâhi buna ne bizim kudretimiz yetecek ne de başka birinin! Mushaf’ı açtım, karşıma Mâide Sûresi çıktı, baktım ahde vefâyı emretmiş, sözden dönmeyi yasaklamış, bir umûmî tahlilde bulunmuş, sonra bir istisnâ yapmış, sonra da kudret ve hikmetinden haber vermiş ve bütün bunları iki satıra sığdırmış, bunu ise hiç kimse ciltlerle yazı yazmadan ifâde edemez!”

Aziz Mahmud Efendi

Hak dostlarından Üftâde Hazretleri, bir gün müridleriyle bir kır sohbetine çıkar. Emri üzerine bütün dervişler, kırın rengârenk çiçeklerle bezenmiş yerleri dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirirler. Ancak Aziz Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış, solgun bir çiçek vardır yalnızca… Diğer müridlerin neşeyle elindekileri takdiminden sonra, Aziz Mahmud Efendi, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği üstadına takdim eder. Üftade Hazretleri, diğer müridlerini de irşad maksadıyla, onların meraklı bakışları arasında, sanki işin sır ve hikmetinden bi-habermiş gibi sorar: “Evladım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdiği halde, sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?” Kadı Mahmud edeple başını öne eğerek cevap verir: “Efendim! Size ne takdim etsem azdır. Lâkin hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam onu “Allah, Allah!” diyerek Rabbini zikreder bir halde buldum. Gönlüm onların zikirlerine mani olmaya razı gelmedi. Ben de çaresiz, elimdeki, zikrin...

Başına şükür tülbenti bağladın mı?

Râbiyat-ül Adeviye, bir gün bir kişi gördü ki, başına tülbent bağlamıştı. Niçin bağladın? dedi. Başım ağrır. Kaç yaşındasın? Otuz yaşındayım. Otuz yıldır âfiyette iken hiç başına şükür tülbenti bağladın mı? Bir kaç gün hasta oldun, hemen şikâyet tülbentini bağladın öylemi?

Ancak böyle bir ağacın meyvesi bu kadar olgun olabilirdi.

Behlül-i Dânâ bir gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, oynayan çocuklar gördü. Çocuklardan biri ise bir köşeye çekilmiş onlara bakıyor ve ağlıyordu. Behlül-i Dânâ o çocuğun yanına gitti ve; "Ey çocuk niçin ağlıyorsun? Gel sana bir şeyler alayım da sen de arkadaşlarınla oyna." dedi ve çocuğun başını okşadı. Çocuk bakışlarını Behlül'e çevirdi ve; "Ey aklı az adam! Biz oyun için yaratılmadık." dedi. Behlül-i Dânâ bu söze şaştı ve çocuğa; "Ey oğlum! Peki, niçin yaratıldık." diye sordu. Çocuk; "Allah-ü Teâlâ’yı bilmek ve O'na ibâdet etmek için." dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri; "Peki bunun öyle olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Çocuk, Mü'minûn sûresinin 115. âyet-i kerîmesini okuyuverdi. Meâlen; "Sizi ancak boşuna yarattığımı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" Hazret-i Behlül tekrar; "Ey çocuk. Sen hakîmâne konuştun. Bana biraz daha nasîhat et." ded...

Ettiğimiz duâlar neden kabul olunmuyor?

İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne sormuşlar: “Ettiğimiz duâlar neden kabul olunmuyor?” Hazret buyurmuş ki: “Hakk’ı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız! Peygamber’i bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz! Kur’ân okursunuz, fakat onunla amel etmezsiniz! Hak Teâlâ’nın nîmetlerini yersiniz, şükrünü edâ etmezsiniz! Cenneti bilirsiniz, onu kazanmak için gayret etmezsiniz! Cehennemi bilirsiniz, endişe duymazsınız! Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız! Atanız-ananız ve ölülerinizi kendi ellerinizle kabre koyarsınız, lâkin ibret almazsınız. Böyle olunca bu kadar gaflette olan bir kimsenin duâsı nasıl müstecâb ola!”

Din kardeşini kendine tercih et

Müslüman her konuda, din kardeşini kendine tercih etmelidir. Kâmil imanın alameti budur. Birçok talebesi, dergâhı olan bir şeyhi, yıllar sonra talebelerinden biri perişan halde, Bağdat'ta tellallık yaparken görmüş. Yanına varıp sormuş: Hocam, çok merak ettim, bu hallere niye düştünüz? İbret almanız için söyleyeyim. Bir gün evime misafir gelmişti. Yemekte balık vardı. Misafire ikram etmeden önce balığın iyi taraflarını kendime ayırıp kılçıklı tarafını ona verdim. İşte başıma ne geldiyse bundan geldi.

“Tevazu nedir?

Hz. Ali’ye (r.a) sordular: “Tevazu nedir?” Şöyle buyurdu: “Tevazu, toprak ile bir olmaktır. Bir insan, ne kadar şerefli makamlara geçerse geçsin, aslının toprak olduğunu ve bir gün yine toprağa karışacağını unutmamalıdır.

İlim Kimsenin Ayağına Gitmez

İmam Mâlik r.a dünyalığa kıymet vermez, ilmiyle sadece Allah rızasını gözetirdi. Ondan nakledilen şu hikâye açıkça buna işaret eder: Harun Reşid’in huzuruna çıkmıştım. Dedi ki: -Ey Ebu Abdullah (İmam Mâlik’in künyesi), buraya gelip çocuklarımıza “Muvatta” (İmamı Mâlik’in meşhur ve muteber kitabı) okutsan iyi olurdu. Ben de: -Allah-ü Teâlâ emîrimizi yüceltsin, bu ilim sizden, yani Kureyş’ten çıktı. Eğer siz bunu yüceltirseniz o yücelir, eğer kıymet vermezseniz o da önemini kaybeder. İlim kimsenin ayağına gitmez, ilmin olduğu yere gidilir, dedim. Bunun üzerine Harun Reşid: -Doğru diyorsun, dedikten sonra çocuklarına dönüp, siz de camiye gidin ve diğer kimselerle bir arada dinleyin, diye emretti.

Sen kendinden daha aziz kimi bulmuşsun?

“Bir zaman cömertlikle meşhur Hâtem-i Tâi, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakıyor ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklenmiş, cesedine batıyor, kanatıyor.  Hâtem kendisini tanıtmadan fakir adama dedi: “Hâtem-i Tâi, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git, beş kuruşluk çalı yüküne bedel, beş yüz kuruş alırsın.” O iktisatlı adam demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım, Hâtem-i Tâi’nin minnetini almam.” Sonra, başka bir vakitte Hâtem-i Tâi’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, daha aziz kimi bulmuşsun?” Hâtem demiş; “İşte sahrada rast geldiğim o muktesit yani iktisatlı ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”

Amellerden halis olanı hangisidir?

Hz. İsa (a.s)’a: Amellerden halis olanı hangisidir? diye sorduklarında: “Hiç kimsenin övmesini istemeden ve beklemeden Allah için yapılan ameldir” buyurmuştur.

Terbiyeni kimden aldın?

Hz. İsa’ya (a.s) sormuşlar: Terbiyeni kimden aldın? Cevaplamış: Allah beni cahille terbiye etti. Zira cahilin cehaletini gördüm, ondan uzak durdum.

Zikir meclisi nedir?

Ata bin Ebi Rebah’a soruldu: Zikir meclisi nedir? Cevaben buyurdu ki: Namaz nasıl kılınır? Oruç nasıl tutulur? İslami alışveriş nasıl olur? Abdest ve gusül nasıl alınır? Neler helal, neler haramdır? Bu gibi meselelerin konuşulduğu her meclis, zikir meclisidir.

İnsanları hangi şey helak eder?

Şakik-i Belhi’ye: İnsanları hangi şey helak eder? diye sorulmuştu. Cevaben; İnsanları iki şey helak eder: Biri, tövbe ederim diyerek günah işlemeleri, diğeri de, ileride tövbe ederim diye tövbeyi geciktirmeleri…

Kalbimde bir katılık hissediyorum

Kalbimde bir katılık hissediyorum, ne yapayım? diye soran birine, Ahmet bin Ebi’l Havari, şu tavsiyeyi yapmıştır: Kalbinde bir katılaşma gördüğünde; Salihlerle sohbet et, onlarla beraber bulun. Yemeği azalt. Nefsinin isteklerine karşı çık ve onu sıkıntılara alıştır.

cehenneme düşmekten muhafaza edecek şeyler

Zührî, bir gün talebelerine: Sizi cehenneme düşmekten muhafaza edecek şeyleri çoğaltınız, dedi. O şey nedir? diye sorduklarında: Maruf (iyilik) yapmaktır cevabını verdi.

Bir günahkâr, bir diğerinden dua istiyor

Sahabelerden biri, Hz. Ebu Bekir’in (r.a) yanına gelerek: Çok günahkârım. Benim için dua eder misin? diye ricada bulunur. Hz. Ebu Bekir (r.a) Yârabbi, der. Bir günahkâr, bir diğerinden dua istiyor. İkisini de affeyle.

Hızır Peygamber

Hızır’ı bilirsiniz. Peygamber olan Hızır’ı. Yani Hızır Aleyhisselâmı. Hani “Hızır gibi yetişti.” “Hızır mısın be mübarek?” “O büyük bir velidir, Hızır’dan ders almıştır” denir ya! İşte o Hızır, bu Hızır’dır. Kur’ân’da, “Ona katımızdan bir ilim verdik” denir. Belki duymuşsunuzdur, “ledün ilmi” diye bir çeşit ilim vardır. Allah’ın bazı özel kullarına vermiş olduğu bir ilimdir bu ilim. Bir hocadan ders alarak, okuyarak, öğrenerek elde edilen bir ilim değildir. Bir de özellikle ülkemizde bazı yörelerde her sene 6 Mayıs’ta Hıdrellez şenlikleri yapılır. Hıdrellez, Hızır ile İlyas peygamberlerin adlarının birleştirilmesinden oluşmuş bir deyim. Pekçok peygamber ve velilerle buluşan ve görüşen Hazreti Hızır, İlyas Aleyhisselâm ile de buluşmuş bir keresinde. Manevî âlemde gerçekleşen bu olay üzerine bu hatıra tazeleniyor. Hazreti Hızır şimdi yaşıyor mu? Hayatta mıdır? Yine bazı kimselerle görüşüyor mu? Onu gören var mı? Hızır Aleyhisselâm hayattadır ve hâlen yaşıyor. Yalnız hayat d...

Hz. Âdem

Âdem Aleyhisselâm ilk insan, ilk peygamber. Allah onu yoktan var etti. İlk insan olduğu için de annesi babası yoktur, zaten olamaz da. Yüce Allah ikinci insan olarak da Havva annemizi yarattı. İkisi de cennette yaşıyordu. Hayatlarını orada geçiriyorlardı. İblis de cennetteydi. Hani şu bizim bildiğimiz şeytan. Her gün şerrinden Allah’a sığındığımız şeytan. Cenabı Hak ilk yaratılış maddesi olarak şeytanı ateşten, Hazret-i Âdem’i topraktan yaratmıştı. Yüce Allah, şeytana Hazreti Âdem’e secde etmesini, önünde eğilmesini, onu üstün bir varlık olarak kabul etmesini emretti. Fakat şeytan buna yanaşmadı. “Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten, onu topraktan yarattın” diye itiraz etti. Emre karşı geldiği, söz dinlemediği için Cenabı Hak şeytanı Cennetten kovdu. Bunun üzerine şeytan, Hazreti Âdem’e düşman kesildi. Onu da Cennetten çıkarmak için bir tuzak kurdu. Cenabı Hak, Hazreti Âdem’le Havva’ya Cennetteki bir ağacın meyvesini yemeyi yasaklamıştı. Şeytan onların bu yasağa karş...

Hz. İbrahim’i Yakmayan Ateş

O gün bayramdı. Ninova halkı şehrin bayram yerine çıkmıştı. Şehirde sadece İbrahim kalmıştı. Eline bir balta alarak puthaneye gitti. Bütün putları kırdıktan sonra baltayı götürdü, büyük putun eline verdi. Halk evlerine döndü. Bir de ne görsünler! Bütün putlar kırılmıştı. Balta da büyük putun elinde duruyordu. Herkes, bu işi İbrahim’in yaptığını anlamıştı. Çağırdılar, hesaba çektiler. Cevap susturucuydu: - O işi büyük put yapmıştır. - Put bu işi yapamaz ki! - Öyle yse cansız bir şeye niçin tapıyorsunuz? Sonunda Kral Nemrut çağırdı Hz. İbrahim’i huzuruna ve sordu: - Söyle bakayım, senin Rabbin kim? - Benim Rabbim Allah, O hem hayat verir, hem de öldürür. Nemrut: - Bu da iş mi, ben de hayat veririm ve öldürürüm. Böyle Rab olunuyorsa ben de Rabbim, dedi ve iki adam getirtti, birini öldürdü, diğerini serbest bıraktı. Nemrut’un yaptığı bir saçmalıktı. Hz. İbrahim: - Benim Rabbim güneşi doğudan çıkarır, haydi bakayım sen de güneşi batıdan çıkar, deyince, Nemrut’un eli aya...

Demiri Yoğuran Peygamber

Bugün sanayi, fabrika denince hemen aklımıza demir ve bakır geliyor. Nerdeyse demirin kullanılmadığı bir alan yok. Demir filizi yerden çıkarılıyor, demir-çelik fabrikalarına götürülüyor, çok büyük fırınlarda 1500 derece sıcaklıkta eritiliyor, sonra kalıplara dökülüyor, ihtiyaç olan yerde kullanılıyor. Küçük çapta bir şey yapılacağı zaman yine ateşe sokuluyor, kızartılıyor, balyozlarla istenen şekil veriliyor. Davud Aleyhisselam öyle yapmıyordu, o şöyle yapıyordu. Demiri eline alır almaz demir hemen yumuşuyor, hamur gibi oluyordu. Demire istediği şekli veriyordu. Davud Aleyhisselam demirden zırh yapıyordu. Eskiden askerler savaşlarda kılıçtan ve mızraktan korunmak için zırh adı verilen demir elbise giyerlerdi. Cenab-ı Hak Davud Aleyhisselama böyle bir mucize vermişti. Demir madeni Davud Aleyhisselamdan önce de vardı, fakat ateşe sokmadan mum gibi biçim vermek ancak ona nasip olmuştu. Buradan anlıyoruz ki, bugünkü sanayiin bu anlamda babası bir peygamber olan Hazreti Davud’d...

Hz. Musa’nın Asası

Allah, Musa Aleyhisselama bir mucize olarak asâ vermişti. Bu bildiğimiz bir baston, bir değnek idi. Ama Musa Aleyhisselâm eline alınca olağanüstü işler görüyordu bu asâ. Musa Aleyhisselâma inananlar bir seferinde çölde susuz kalmışlardı. Peygamberlerinden su istediler. Hz. Musa elindeki asâyı büyük bir kayaya vurdu. Bir anda kayanın on iki yerinden fıskiye gibi sular fışkırmaya başladı. On iki kabile kendilerine ayrılan pınardan kana kana su içmeye başladılar. Bu mucize ışığında Yüce Allah biz insanlara şu çağrıda bulunuyor: “Ey insanlar! Bana güvenen bir kulumun eline bir asâ verdim, istediği yerden su çıkarıyor. Sen de benim rahmet kanunlarıma dayanırsan ona benzer bir aleti elde edebilirsin, haydi elde et!” Yüz yıllar sonra Musa Aleyhisselamın bu mucizesinden ilham alan insanlık, yer altı kaynaklarından sondajla su çıkardı, artezyen kuyuları açtı. Günümüz dünyasında da yer altı katmanlarından sondajla petrol ve doğalgaz çıkarıldı. Demek ki, bugünkü jeoloji teknolojis...

Uçan Peygamber

Uzay teknolojisinin babası Süleyman Aleyhisselamdır. Onun mucizesini şu âyetten öğreniyoruz: “Rüzgârı da Süleyman’a boyun eğdirdik ki, sabahtan bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol giderdi.” (Sebe Sûresi, 12.) Allah rüzgârı Süleyman Aleyhisselamın emrine verdi. Hz. Süleyman rüzgâra biner, bir günlük yolu bir saatte alırdı. Demek ki, insan havada uçabilirdi. Hz. Süleyman bir araca binmeden rüzgâra binerek istediği yere gidiyordu. Kur’ân bize şu çağrıda bulunuyor: “Ey insan! Tembelliği bırak, çalış, havada uçabilecek bir araç icat et, kısa zamanda uzun mesafelere git.” Yüzyıllar sonra insanlık bu çağrıya kulak verdi, havada uçan araçlar icat etti. Bugün uçak, helikopter, füze, jetler, gelişen uzay teknolojisi bu mucizenin ışığında gerçekleşmiştir. Bundan sonra insanlık daha neler bulacak, neler yapacak, neler?

Hz. Yunus’u Yutan Balık

Yûnus Aleyhisselâmı bilirsiniz. Hani şu Yûnus balığı var ya, adını bu peygamberden almış. Yûnus Aleyhisselâmın başından geçenler kısaca şöyle: Cenabı Hak, Hazreti Yûnus’u Ninova halkına peygamber olarak gönderdi. Ninova, bugün Irak sınırları içinde yer alıyor. Musul’a yakın bir şehir. Ninova o tarihlerde yüz bin nüfuslu bir şehirdi. Şehir halkı puta tapıyor, her türlü kötülüğü işliyordu. Yûnus Aleyhisselâm onlara hak dini anlattı. Allah’a imana davet etti. Kötülüklerden uzak durmalarına çalıştı. Ama Ninovalılar peygamberlerine kulak vermediler, öğütlerini dinlemediler. Alışkanlıklarını bırakmadılar. Hak yolu kabul etmediler. Batılda ve yanlışta direnip durdular. Hatalarının cezasını çekecekleri gün gelmişti artık. Cenabı Hak, kırk gün içinde başlarına büyük bir felâketin geleceğini haber verdi. Yûnus Aleyhisselâm bu haberi onlara duyurdu, ama hiç oralı olmadılar. Otuz yedinci gün gelince felâket belirtileri görülmeye başladı. Hava karardı, etrafı korkunç bir hal aldı. Ama o...

Hz. Eyyub

Eyyub Aleyhisselâm denince, aklımıza ilk anda sabır geliyor. Hz. Eyyub başına gelen her derdi hoş görmüş, her sıkıntıya katlanmış, her türlü hastalığa sabretmiş. Onun sabrı dillere destan olmuş. “Sabır kahramanı” olarak anılmış. Başına neler mi gelmiş? Neler gelmemiş ki! Başına gelmedik şey kalmamış neredeyse. Çok zenginmiş. Ucu bucağı görünmeyen bağlara bahçelere sahipmiş. Sürülerle koyunları, keçileri varmış. Parası pulu çok fazlaymış. Oğulları, kızları olmuş. Çok da cömertmiş. Fakirleri, yoksulları görür gözetirmiş. Yedirir, içirir, ihtiyaçlarını karşılarmış. Evi misafirlerle dolar taşarmış. Bu kadar varlığına, servetine rağmen ibadetlerine de çok düşkünmüş. Kulluk görevlerini aksatmadan, azaltmadan yaparmış. Bunun için Kur’ân, Eyyub Aleyhisselâmı “O ne güzel kuldu!” diyerek över. Gün gelmiş, her şeyini kaybetmiş. Malı mülkü elinden çıkmış, hiçbir şeyi kalmamış, çocuklarının hepsi ölmüş. Evde bir hanımı, bir de kendisi kalmış. Üstelik çok da ağır bir hastalığa yakal...

siz bizim camiimizde ibadet edemezsiniz

Yıllar önce Şeyh Muzaffer Efendi ve bir grup derviş Paris’i ziyaret ettiklerinde, oradaki katedrallerden birinde zikir yapmak üzere davet edilirler. Zikirden sonra başrahip, “ Ben katedralimde sizin dua etmenize izin verdim, siz de benim bir ayinimi camilerinizin birisinde yapmama izin verir misiniz? diye sorar: Şeyh Muzaffer Efendi hemen cevap verir: “Kesinlikle olmaz!” Rahip bu eşitsizlik karşısında şok olur; ancak Şeyh Muzaffer Efendi devam eder: “Sizin katedralinizde dua etmek hakkına sahibim; çünkü Hz. İsa’yı (a.s) seviyorum. Ancak siz bizim camiimizde ibadet edemezsiniz; çünkü Hz. Muhammed’i (s.a.v) sevmiyorsunuz.