Kayıtlar

Temmuz 1, 2014 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Uyumak daha iyi

Zalim hükümdar, salih bir zata sordu: - İbadetlerden hangisi üstündür? Bana tavsiyeniz nedir? Salih zat dedi ki: - Uykuyu tavsiye ederim. Bir an olsun halkı incitmeyesin! Halk rahat etsin. Senin uyuman, uyanıklığından iyidir.

Toprağın altında en fazla ne var

Behlül Dânâ hazretleri, Halife Harun Reşid’e soruyor: - Toprağın altında en fazla ne var? - Bunu bilemeyecek ne var, ölü var. - Hayır, Sultanım ölüler değil feryatlar var. İman ile gidenler, niye daha çok çalışmadık, niye daha çok ibadet yapmadık diye, iman ile gidip, günahkâr olanlar da niye bu günahları işledik diye, kâfirler ise neden küfre sebep olacak işler yaptık diye herkesin feryadını bastırarak, feryat ederler . İnsanın ahiret hayatı, ölümü ile başlar. Kabirdekilerin feryatlarını insanlar ve cinler dışında herkes duyar. Peygamber efendimiz, (Eğer hayvanlar, ölümden sonra insanların başına gelecek olan dehşetli anı, bilecek olsaydılar, deri kemik kalacakları için, yiyecek et bulamazdınız) buyurdu. Ama insanlar bildikleri halde gaflet içindeler.

Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi Yahya efendi

Kanuni Sultan Süleyman’ın süt kardeşi Yahya efendi, bir gün atıyla giderken iki tane papaz yolunu keser. Atın yularlarını tutup, Papazlar der ki: - Ya Şeyh, sizin dininizde ölmüşlerden vergi almak var mıdır? - Hayır böyle bir şey yoktur. - Ama sizin sultanınız bizim ölülerimizden bile cizye alıyor bu nasıl oluyor? Bunun üzerine Yahya efendi hemen padişaha bir mektup yazıp, "Oturduğun o taht sana haram olsun, başına geçsin. Zulmün ölülere bile ulaştı. Bu yaptığın zulüm nedir? Derhal o tahtı terk et" diye çok ağır şeyler söyler. Koskoca Padişah bu mektubu alır almaz derhal yanındakilerle beraber yola çıkıp Yahya efendinin dergahına gelir. "Abiciğim, hayırdır ne suç işledim acaba?" diye sordu.Yahya efendi, "Daha ne olsun memurların gayrimüslim vatandaşların ölmüşlerinden bile cizye alıyor. Böyle zulüm olur mu?" Padişah hemen yanında bulunanlara sordu ve kayıtların beş senedir yenilenmediğini anladı. Rengi sapsarı oldu. Derhal kayıtları yenilettird...

Belh Sultanı İbrahim Edhem

Belh Sultanı İbrahim Edhem, bir gece hanımıyla kuş tüyü yatakta yatarken kendisini rahat hissetmiş olacak ki, (Hatun, Cennette de seninle böyle beraber olsak) dedi. Tam bu sırada sarayın damında bir ayak sesi işitildi. Damda bir adamın gezdiği anlaşılıyordu. İbrahim Edhem, sinirlenmişti. (Kim bu saatte o damdaki... Ne arıyorsun orada?) diye seslendi. (Devemi kaybettim, onu arıyorum) diye cevap geldi. Hükümdar, iyice kızmıştı... (Behey şaşkın, damda deve mi olur!) diye haykırdı. Damdaki, dedi ki: (Ey hükümdar! Damda deve aranmaz da, atlas yataklarda Cennet aranır mı?) Bu söz hükümdara çok tesir etmişti... Sabah vezirleriyle görüşürken aklı fikri gece olan bu olayda idi. Bu sırada bahçeden sesler gelmeye başladı. Pencereden bakınca, iri yarı bir delikanlının saray muhafızları ile tartıştığını gördü. Seslenerek onları içeri çağırdı ve gence ne istediğini sordu. Genç sinirle, (Ben hana girmek istiyorum, bunlar bırakmıyor) dedi. İyi ama burası han değil ki, saraydır, ben de padiş...

Sultanım, iki müridim var

Hacı Bayram-ı Veli hazretleri, Sultan II. Murad'ın saygı duyduğu evliyalardandı. Hükümdarın Hacı Bayram'a saygısı o derece büyüktü ki ona mürid olanlardan, ilim ve hizmetle uğraşsınlar diye vergi almıyordu. Ama gelin görün ki bütün Ankara halkı Hacı Bayram'ın müridi olduğunu iddia etmeye başladı. Kimden vergi istense "Ben Hacı Bayram'ın müridiyim" diyorlar ve işin içinden sıyrılıyordu. Bu durum hükümdara yansıtıldı. Hükümdar Hacı Bayram'a bir mektup gönderip, (Gerçek müridlerinizin sayısını bana bildiriniz, sizin bildirdiğiniz herkes vergiden muaf tutulmak üzere kabulümdür) dedi. Hacı Bayram-ı Veli hazretleri, kendisine bağlılığın kötüye kullanılmasından üzüldü. Bütün müridlerim (Falan gün falan yerde toplanınız) diye haber saldı. O gün hemen bütün Ankara halkı bu davete uyarak bildirilen yere akın ettiler. Hacı Bayram hazretleri bir tepeciğe kurdurduğu çadırdan çıkarak kalabalığa sordu: - Beni seviyor musunuz? Benim yolumda canınızı verir mis...

Sonu ne olacak

Bir hükümdar, vezirine der ki: Bana öyle bir şey yap ki, sıkıldığımda, ona bakınca rahatlıyayım; kızınca, ona bakıp sakinleşeyim. Saltanatımla mağrur olunca da, ona bakıp tevazu sahibi olayım. Vezir der ki: Bir yüzük yaptır, taşına (Sonu ne olacak?) yazdır! O hâl zuhur edince, yüzüğe bak! Hükümdar yüzüğü yaptırır. Saltanatı ile mağrur olunca, o yüzüğe bakar, içinde bulunduğu nimet ve devletin (Sonu ne olacak) diye düşünür. (Elbet sonu ölümdür. Kıyamette hesabı var. Kötüye kullanırsan azabı var!) der, mağrur olmaktan kurtulur. Bir musibet geldiğinde de yüzüğe bakar, (Madem ölüm vardır, üzülmek boşuna!) diyerek rahatlar. Kızdığı zaman, (Sonu ne olacak) yazısını okur, (Sonu ölüm olduktan sonra, kızsam ne çıkar) der, gazabını yatıştırırdı. O halde her işin sonunu düşünmeli, ona göre hareket etmelidir!

Allahü teâlâ nın Övdüğü İnsanlar

Yermük harbinde, eshab-ı kiram birçok şehit verdi ve birçoğu da gazi oldu. Şehadet şerbeti içerken bile birbirlerine ne kadar bağlı olduklarını, birbirlerini ne kadar sevdiklerini gösterdiler. Eshab-ı kiramın ileri gelenlerinden Hazret-i Huzeyfe anlatıyor: Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmişti ve mızrak darbeleri ile yaralanan müslümanlar düştükleri kızgın kumların üzerinde can veriyorlardı. Bu arada ben de, güç bela kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Fakat ne çare!.. Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Dudakları hararetten adeta kavrulmuştu. Daha evvel hazırladığım su kırbasının ağzını açtım suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötedeki yaralıların arasından İkrime'nin sesi duyuldu, (Su! su!...) Amcamın oğlu Hâris, bu feryadı duyar duymaz göz ve kaş işaretiyle suyu hemen İkrime'ye götürme...

Siz bu orduyu yenemezsiniz

Kanuni Sultan Süleyman Han, haçlı saldırılarına son vermek için ordusuyla sefere çıkmıştı. Ordu, ağır ağır ilerliyordu. Yol dar olduğundan, ordu mecburen bağların içinden geçiyordu. Hava çok sıcak olduğundan asker susuzluktan kıvranıyordu. Çok güzel üzümleri bulunan, bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopararak biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti. Çok geçmeden mola verildi. Asker, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiğini gördü. Hıristiyan köylü ısrarla Padişah ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanuni’nin huzuruna götürdüler. Kanuni sordu: - Nedir bu hâlin, kan ter içinde kalmışsın, yoksa askerler sana zarar mı verdi? - Ben şikayet için değil memnuniyetimi bildirmek için geldim. Böyle bir askeri, böyle bir komutanı tebrik etmemek insafsızlık olur. - Askerlerim sizi memnun edecek ne yapmışlar? - Askerleriniz bağdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağl...

Senin hâlin n’olacak?

Bir hac ibadeti sırasında Harun Reşid ve Behlül yüksekçe bir yere oturup oradan ibadet ve dua eden ve bu arada ağlayıp gözyaşı döken insan selini seyrediyorlardı. Behlül Dânâ halifeye dedi ki: - Ey müslümanların halifesi, bütün bu ağlayıp sızlayan insanlar kendi nefslerinin günahlarının hesabını verip veremeyeceklerini bilmedikleri için ağlaşıyorlar. Halbuki sen kendi nefsinin hesabı yanında bütün bu insanların da hesabını vereceksin. Senin hâlin n’olacak?

Şeyh Zekeriya Ensari hazretleri

Abdulvahhab-ı Şarani hazretlerinin hocası Şeyh Zekeriya Ensari hazretleridir. Bu zatın da çok büyük bir hocası vardı. Bir gün hocası ile beraber otururken Hızır aleyhisselam gelmiş. Sohbetin sonunda Hızır aleyhisselam bu zatın hocasına, (Senin bu talebenin çok büyük bir suçu var. Bunun, bundan daha fazla ilerlemesi mümkün değil. Bundan tevbe etmedikçe kurtulamaz) der ve kaybolur. Şeyh Zekeriya Ensari hazretleri (Aman efendim ne olur Hızır aleyhisselamı çağırsanız da bu suçun ne olduğunu öğreneyim) diye yalvarır. Fakat hocası (Hızır aleyhisselam çağırmakla gelmez. Kendisi ne zaman isterse o zaman gelir) buyurur. Bu zat günlerce tevbe eder nerede kusuru olduğunu düşünür ama bulamaz. Bir gün yine hocası ile beraberken Hızır aleyhisselam gelir. Hemen tabii ki bu mevzuyu sorarlar. Hızır aleyhisselam buyurur ki: "Sende kibir var. Yazdığın yazıların altına ( Şeyh Zekeriya Ensari ) diye yazıyorsun. Şeyhlik kim sen kimsin" der. Bunun üzerine hemen tevbe edip, bundan sonr...

işe yarayacak kadar

Zahid olarak bilinen fakat riyakâr olan biri, padişahın misafiri olmuştu. Sofraya oturduklarında, her zaman yediğinden daha az yedi. Namaza kalktıklarında her zamankinden daha yavaş kıldı. Padişahın, kendisini takdir etmesini istiyordu. Evine dönünce sofra kurdurdu, yemek istedi. Anlayışlı bir oğlu vardı. Babasına, (Sultanın ziyafetinde bir şey yemedin mi baba?) diye sordu. (Onların önünde ayıplamasınlar diye işe yarayacak kadar bir şey yemedim) dedi. Çocuk cevap verdi, (Öyleyse baba sen namazı da kaza et! Çünkü onu da işe yarayacak gibi kılmamışsındır!..)

Sen hani zengindin

İbrahim Edhem hazretlerine adamın biri bir miktar para hediye vermek ister. - Ben zenginin verdiğini alırım. Fakirsen verdiğini almam. - Zenginim efendim. - Kaç altının var? - İki bin altınım var. - Bu paranın dört bin olmasını ister misin? - İsterim. - Altı bin olmasını ister misin? - Elbette isterim. - Yani ne kadar çok olursa daha fazlasını istersin öyle mi? - Elbette efendim. - Sen hani zengindin? Bayağı fakir biriymişsin. Zengin olsan daha fazlasına ihtiyacın olmazdı. Git bunları da o paralarının üzerine koy da biraz artsın.

Sen elinde olanı yaptın

Kendisini içkiden kurtaramayan bir müslüman, hizmetçisine dört dirhem verir. İçki almasını söyler. Hizmetçi giderken Mansur bin Ammar isimli bir zatın, bir fakire yardım topladığını görür. Mansur, (Bu fakire 4 dirhem verene 4 dua ederim) der. Hizmetçi, fakire 4 dirhemi verir. Mansur der ki: - Hangi duayı etmemi istersin? - Hizmetçilikten kurtulmak istiyorum. - İkinci isteğini söyle! - Fakire verdiğim dört dirhem benim değildi. Benden bunu isterler. Dört dirheme kavuşmayı isterim. - Üçüncü isteğin nedir? - Efendimin tevbe edip içkiyi bırakmasını istiyorum. - Dördüncü arzun nedir? - Allahü teâlânın beni, efendimi, seni ve kavmimizi affetmesini istiyorum. Mansur bin Ammar, hepsi için gerekli duayı yapar. Hizmetçi evine gidince, efendisi, geç kalmasının sebebini sorar. Hizmetçi durumu anlatır. Efendisi sorar: - Sen neler istedin? - Hizmetçilikten, kölelikten kurtulmayı istedim. - Peki seni azat ettim. Başka ne istedin? - Dört dirhem istedim. - Al şu dört dirhemi. Başka ne istedin? ...

Sen bizi kiminle sanırsın

Yavuz Sultan Selim, hayatının son demlerinde yanından ayırmadığı doktoru Hasan Can'a hasta yatağında bulunduğu bir sırada: - Hasan, beni nasıl görüyorsun, dedi. Hasan Can: - Sultanım Allahü teâlâya kavuşmak zamanıdır. Artık Ona yönelin! dedi. Yavuz: - Ya Hasan bunca zamandır sen bizi kiminle sanırsın? dedi. Hasan Can, (Sultanım hiç bir zaman sizin için öyle düşünmedim ve düşünmem. Yalnız şu var ki her zamanki hâlinizle şimdiki hâliniz mukayese edilemez... Ben bu bakımdan size hatırlatmak istedim) demişti ki Padişahın ağzından artık son defa La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah dediği duyuldu. Yavuz Sultan Selim Han şehadet getirerek ruhunu teslim etti.

Şeytam İle Arkadaş Olmak

Adamın biri tek başına yolculuk yaparken, şeytan insan kılığında yanına gelip, arkadaş oldu. Adam öğle namazını, ikindi namazını, akşam namazını ve yatsı namazını kılmadı. Şeytan hayretler içinde kalıyordu. Her seferinde belki vaktin sonunda kılar, belki unuttu kaza eder diye bekledi. Ama olmadı. Uyuma vakti geldi, adam yatıp uyudu. Sabah oldu, adam sabah namazını da kılmayınca, şeytan adamdan ayrılmak istediğini belirtti. Adam, (Ne güzel yol arkadaşlığı yapıyoruz, seni üzdüm mü? Bir şey yaptıysam söyle) dedi. Şeytan cevap vermedi. Adam ısrar etti, (Yoksa söylemeden bırakmam) dedi. Şeytan, (Sen benim kim olduğumu biliyor musun?) dedi. Adam, (Sen söyledin ya, filan kimsesin) dedi. Şeytan, (Hayır ben şeytanım. Tam iki yüz bin sene ibadet ettim. Bu kadar zaman içinde bir kere Allah'a asi oldum ve ondan dolayı da kovuldum. Sen ise bir günde tam beş kere isyan ettin. Belki şimdi sana azab-ı ilahi gelir. Senin yanında olmam hasebiyle ben de azaba uğramaktan korkuyorum) diye...

Danışmam lazım

Harun Reşid, Behlül Dânâ’nın kulübesine gelir ve ona insanlardan niye kaçtığını, saraya niçin gelmediğini sorar. Behlül susar. Harun Reşid saraya gelmesi için çok ısrar edince, (Danışmam lazım) der. Harun Reşid, (Kime istiyorsan danış) der. Behlül kulübeden çıkar. Bitişikteki helaya yönelir ama girdiği gibi geri gelir. (Danıştım, tavsiye etmiyorlar) der. Harun Reşid şaşırır, (Anlayamadım, kime danıştın, neyi tavsiye etmiyorlar?) diye sorar. Behlül der ki: (Heladaki pislikler lisan-ı hâl ile dediler ki: “Sakın insanların içine girme. Bak biz, taze meyveler, has ekmekler ve nefis kebaplar idik. Bir kere insanların içine girdik böyle olduk. Sen, sen ol onlardan uzak dur!”

Abdullah bin Mübarek ve Çoban

İslam âlimlerinin büyüklerinden Abdullah bin Mübarek, birkaç koyun otlatan bir çocuk gördü. Ona acıdı. (Zavallı Çocuk!.. Küçük yaşta çobanlık yapıyor. Büyüyünce Allahü teâlânın ibadet ve marifetine nasıl kavuşur) diye düşündü. (Gidip çocuğa Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim) diye, çocuğun yanına geldi ve aralarında şu konuşmalar geçti: - Evladım, Allahü teâlâyı bilir misin? - Kul sahibini nasıl bilmez!.. - Allahü teâlâyı ne ile biliyorsun? - Bu koyunlar ile. - Bu koyunlar ile Onu nasıl biliyorsun? - Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunları koruyucu biri lazımdır ki, bunlara su ve ot versin! Kurttan ve diğer tehlikelerden korusun. Bundan anladım ki, bu âlemdeki her şey, insanlar ve cin, bu hayvanlar, canavarlar, kanatlı kuşlar Yaratıcısız olamazlar. İşte bu koyunlar ile, Allahü teâlâyı böylece bildim. - Allahü teâlâyı nasıl bilirsin? - Hiçbir şeye benzetmeden bilirim. - Böyle olduğunu nasıl bildin? - Yine bu koyunlardan. - Nasıl yani? - Ben çobanım. Onların k...

Sen parayı bulunca namazı bıraktın

Adamın biri parasını sakladığı yeri unutmuştu. Ne kadar düşündü ise günlerce aramasına rağmen parayı sakladığı yeri bir türlü hatırlayamıyordu. Benim bu derdime bir çare bulursa o bulur diyerek doğru imam-ı a'zam hazretlerinin huzuruna gitti. İmam-ı a'zam dedi ki: “Bu senin meselen fıkıhla ilgili değil ama, yine de sana bir akıl vereyim: Sen git bu gece sabaha kadar namaz kıl, ümit ediyorum ki, paranı koyduğun yeri hatırlarsın.” Adam o gece sabaha kadar ibadet etmeye karar verip abdest aldı, namaz kılmaya başladı. Daha gecenin yarısı bile olmadan parayı koyduğu yeri hatırladı. Namazı bıraktı, doğru parayı koyduğu yerden alıp yattı. Sabah olunca imam-ı a'zama, (Allah senden razı olsun, bu derdime de çare buldun. Daha gecenin yarısında parayı koyduğum yeri hatırladım) deyince, Hazret-i İmam, (Keşke sabaha kadar ibadete devam etseydin. Çünkü şeytan senin sabaha kadar ibadet etmene tahammül edemediği için daha gecenin yarısında sana hatırlatmış. Sabaha kadar da şü...

Hatim-i Tai nin atı Rüzgarayak

Peygamber efendimizden önce yaşamış olan Hatim-i Tai, cömertliği ile meşhur bir şair idi. Onun ülkesinde at eti yenirdi. Hatim-i Tai’nin pek çok atı vardı. Atının biri, dillere destan olacak kadar her bakımdan mükemmel bir Arap atıymış. Çok hızlı koştuğu için adını Rüzgarayak koymuşlar. Zamanın hükümdarı, Hatimin söylendiği gibi gerçekten cömert olup olmadığını öğrenmek ister. Gözde veziri ile istişare edip, bütün servetine bedel olan Rüzgarayak isimli atını istemek için on kişi gönderir. Eğer bu seçkin atı vermezse, cömertliği anlatılanlar gibi olmadığı anlaşılacaktır. On kişi, kendilerini tanıtmadan bir gece Hatimin evine misafir olurlar. Hatim, hemen bir at kestirip ziyafet hazırlatırken, yorgunluklarını gidermek için misafirlere yıkanacak yeri gösterir, yeni çamaşır ve elbise verir. Muazzam ziyafetten sonra, on kişi kendilerini tanıtıp, hükümdarın arzusunu bildirirler: - Hükümdarımız, ünü cihana yayılan Arap atınızı istiyor. Hatim bir ah çekerek der ki: - Aaah ki ah... ...

Rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var?

Padişahın biri üç beş yardımcısıyla kırlara gezmeye çıkar. Ağacın altında uyuyan birini görünce, yanındakilere, (Şu garibi uyandırın, yılan falan zarar verebilir) der. Adam uyandırılınca, bakar ki karşısında padişah, başlar söylenmeye, (Niye beni uyandırdınız, rüyada ne güzel padişahtım, saraylarım, ordularım vardı, şöyle emrediyordum, şunları yapıyordum...) Bunun üzerine padişah gülerek, (İyi ama bak kendin söylüyorsun, rüyada diyorsun, rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var, bak gözünü açınca, bitti) der. Adam cevap verir: (Benim padişahlığım gözümü açınca bitiyor, senin ki gözünü kapatınca bitecek, ne farkı var?)

Resulullahın sana selamı var

Borcunu ödeyemeyen bir fakir, Ravza-i Mutahhara'ya gelip: (Ya Resulallah, şefaat buyur, borcum var ödeyemiyorum) diye hâlini arz etti. Az sonra uyku bastırdı, uyuyakaldı. Rüyasında Peygamber efendimizi gördü. Efendimiz aleyhisselam, (Falan yere git, orada şöyle bir zengin var, ona selamımı söyle, borcun kadar parayı iste. Doğru söylediğine delil isterse, her gün bana 100 salevat getirmeden yatmazdı, dün unuttu.. Onu hatırlat da bu akşam getirsin) buyurdu. Heyecanla uyanan adam, zengin adamı araya araya buldu. Adamın evine vardığında onu, samanlıkta saman elerken gördü. Adam samanın içine beş kuruş düşürmüş onu bulmak için bütün samanı elekten geçiriyordu. Onun bu hâlini görünce taaccüp etti ama, yine de ben vazifemi yapayım diye, Resulullahın selamını tebliğ etti: “Resulullahın sana selamı var. Salevat getirmeyi dün akşam unutmuşsun, bu akşam söylesin buyurdu. Ben ise borçlu bir kimseyim, benim 300 dirhemlik borcumu ödemeniz için Peygamber efendimiz beni sana gönderdi...

Oruç tutanlara hürmetin neticesi

Bir Ramazan günü idi. Müslüman mahallesinde oturmakta olan bir Mecusi’nin küçük çocuğu, oruçlu müslümanların arasında ekmek yiyordu. Babası, çocuğun bu yaptığını görünce, (Oğlum Müslümanların arasında yemek yenir mi? Onlar bu günlerde oruç tutarlar, bu günler onların mübarek günleridir, saygı göstermek lazım) diyerek azarladı ve (Git evde ye) diyerek çocuğu eve gönderdi. Bu olaydan birkaç sene sonra bu Mecusi öldü. Ölümünden sonra o şehirdeki bir müslüman rüyasında bunu Cennet-i âlâda gördü. Mecusiye, (Nasıl oldu da bu nimete eriştin! Biz seni Mecusi bilirdik. Hatta öldüğün zaman, cenaze namazını bile kılmadık) dedi. O da şu cevabı verdi: “Evet! Doğru söylüyorsun. Ben bir Mecusi idim. Fakat bir gün küçük oğlum, müslüman mahallesinde, onlar oruçlu olduğu halde yemek yiyordu. Ben çocuğun onların gözleri önünde ekmek yemesine müsaade etmedim. Müslümanların hürmet ettiği bir şeye, ben de hürmet ettiğim için; Cenab-ı Allah, hasta yatağımda beni Müslüman olmakla şereflendirdi. ...

Hazret-i Hanzala

Uhud savaşına bir günlük evli olmasına rağmen Peygamber efendimizin emrine uyan Hazret-i Hanzala da katılmıştı. Savaş sona erince Müslümanlar Medine’ye dönmeye başladılar. Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı. Bunların arasında henüz bir günlük evli olup, gece yarısı sevgili Peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehitlik şerbeti içen Hazret-i Hanzala’nın hanımı da vardı. Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili Peygamberimiz “aleyhisselam” cevaplıyordu. En son olarak soru sorma sırası, Hanzala’nın hanımına gelmişti. Resulullah efendimize yaklaşarak sordu: -Ey Allah’ın Resulü! Hanzala nerede? Sevgili Peygamberimiz cevabında buyurdu ki: - Hanzala şehit oldu. Bunu üzerine Hanzala’nın hanımı yere bakarak, sessizce; -Ya Resulallah, şu anda söyleyeceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, koc...

Onlar ev de yapacaklar mı?

Nuh aleyhisselam zamanında insanların ömürleri uzunmuş, 800 – 1000 sene yaşarlarmış. Bir kadının oğlu ölür. Kadın çok ağlar. Komşu kadınlardan biri der ki: - Niye bu kadar ağlıyorsun, Allahü teâlânın takdiri böyleymiş. - Elbette öyledir, ben ona ağlamıyorum. - Ya niye ağlıyorsun? - Yavrum fazla gün görmedi diye, annelik şefkatiyle ağlıyorum. - Oğlun kaç yaşındaydı? - 275 yaşındaydı. - İyi ama sen buna ağlıyorsun da, ahir zamanda gelecek ümmet ne yapsın, ömürleri 50-60 sene olacak. - Ciddi mi söylüyorsun? - Elbette. - Allah Allah, onlar ev de yapacaklar mı? - Hem de kaç tane yapacaklarmış. - Ben onların yerinde olsaydım, çadırımın kazığını bile değişmezdim.

Hazreti Ömer 'in Eşine Verdiği Değer

Hazret-i Ömer’in hilafeti zamanında, bir şahıs hanımının çok söylenmesi ve çekilmez bir hâl alması karşısında Hazret-i Ömer'e şikayete karar verip Halifenin evine gelir. Kapıya geldiğinde içerden sert, sinirli konuşan bir kadın sesi duyar. Bir ara kapıyı çalamaz ve mütereddit halde öyle beklemeye başlar. Biraz sonra hep kadının konuştuğunu ve halifenin sustuğunu anlayan adam, kapıyı çalmaktan vazgeçip geri dönmeye karar verir ve ayrılacağı zaman kapı açılır. Kapıyı açan Hazret-i Ömer'dir. (Ne var, neye geldin, bir şey söylemeden niye geri dönüyorsun?) diye sorar. Adam, (Ya Ömer! Ben hanımımdan şikayete gelmiştim. Baktım ki Halife bile hanımına ses çıkarmıyor. Ben niye şikayet edeyim diye düşündüm ve geri dönmeye karar verdim) dedi. Hazret-i Ömer şu karşılığı verdi: “O benim evimin hanımıdır, çocuklarımın anasıdır, yemeklerimizi yapar, çamaşırlarımızı yıkar, evimizi düzenler. O bunları ihsan olarak yapıyor. Böyle birine laf söylemek yakışmaz.”

Benden başka tanrı var mıdır?

Firavunun hazine işleriyle görevli bir veziri, bunun da Maşite adında bir hanımı vardı. Firavunun kızının dadılığını yapıyordu. Kendisi Musa aleyhisselamın dinine inandığı halde imanını gizliyor, ibadetlerini de gizli yapıyordu. Maşite hatun bir gün hamamda Firavunun kızının saçını tararken, tarak yere düştü. Tarağı yerden gayri ihtiyari besmele çekerek aldı. Firavunun kızı bu söze kızarak dedi ki: -Ey dadı! Bu nasıl sözdür. Benim babamdan başka tanrı mı vardır? Babamın adını değil de, bir başkasının adını nasıl söylersin? -Evet yavrum Allah vardır. Hem yeri, göğü ve içindekileri yoktan var eden, seni beni, babanı ve bütün varlıkları yaratan bir Allah vardır. Firavunun kızı bu sözlere daha da kızarak dedi ki: -Seni babama şikayet edeceğim. Hak ettiğin cezaya çarptırılacaksın. Durumu babasına söyledi. Firavun Maşite hatuna dedi ki: - Sen benden başka bir tanrıya inanıyormuşsun. Söyle, benden başka yer yüzünde tanrı var mıdır? - Ey Firavun sen de biliyorsun ki sen ilâh değil, â...

Ahmağa nasihat kâr etmez

Tamahkârın yakaladığı küçük kuş der ki: - Beni ne yapacaksın? - Kesip yiyeceğim. - Benim bir lokmacık etim, ne karın doyurur, ne de bir derde deva olur. Beni bırakırsan sana üç mühim nasihatte bulunurum. - Nasihatleri söylersen seni bırakırım. - Birini elinde iken, ikincisini şu ağaca konunca, üçüncüsünü de karşı tepeye varınca söylerim. - Peki birincisini söyle! - Elinden çıkan şeyin hasretini çekme! - İkincisi ne? Kuş, ağaca konunca der ki: - Olmayacak şeye inanma! - Üçüncü nasihati söyle! Kuş karşı tepeye varınca der ki: - Sen ne ahmaksın, benim kursağımda ellişer gramlık iki tane inci vardı. Beni kesseydin, bu incilere malik olacaktın. İnci sözünü duyar duymaz, tamahkâr, hemen oraya yıkılıp kalır. Eyvah diyerek dövünmeye başlar. Sonra der ki: - Haydi üçüncüsünü söyle! - Sen iki nasihati hemen unuttun. Üçüncüsünü söylesem ne faydası olacak? - Söyle belki bunu unutmam. - (Elden çıkan şeye üzülme) dedim, beni bıraktığına üzüldün, (Olmayacak şeye inanma) dedim. Etimle, kemiğimle, 100...

Derviş ve Hükümdar

Yalnız yaşayan bir derviş, sahranın bir köşesinde oturuyordu. Yanından adamlarıyla bir hükümdar geçti. Derviş, başını kaldırıp hükümdara iltifat etmedi. Hükümdar öfkelendi. Vezir dervişe dedi ki: - Niçin saygı göstermedin? Derviş cevap verdi: - Hükümdara söyle, kim kendisinden nimet umuyorsa saygıyı ondan beklesin. Şunu da bilsin ki, hükümdarlar halkın koruması içindir. Koyun, çoban için değildir. Fakat çoban, koyun içindir. Hükümdar, dervişin sözünü beğendi: - Benden bir şey iste, dedi. Derviş cevap verdi: - Bir daha beni rahatsız etmemenizi istiyorum. Hükümdar: - O halde bana öğüt ver, deyince derviş şunu söyledi: - Şimdi elinde nimet varken düşün! Zirvedesin, Allah için ne yapacaksan şimdi yap. Bu devlet de, saltanat da elden ele geçip gidecektir. Kalıcı olan ahiret için yapılandır. Yapılan ibadet bile olsa Allah rızası için yapılmamışsa dünyalık olur, dünyada kalır.

Hiç Bir Kötülük Cezasız Kalmaz

Zatın biri bir hükümdara der ki: - Sana iyilik edene fazlasını yap, kötülük edene bir şey yapma, onun kötülüğü kendine yeter. Bunu gören biri, bu zatı çekemeyerek hükümdara der ki: - Bu zat, bana senin nefesinin koktuğunu söyledi. - Doğru mu söylüyorsun? - Elbette doğru, yanına yaklaşınca ağzını, burnunu tutarsa sözüm doğru çıkacaktır. - Bir tecrübe edelim. Bir gün o adam, o zatı yemeğe davet eder ve sarmısaklı yemek yedirir. Sonra da der ki: - Hükümdarı rahatsız etmemek için ona fazla yaklaşma! Bu zat yine hükümdarın huzuruna girer ve karşısında beklerken, hükümdar tecrübe etmek için adama der ki: - Yanıma yaklaş! O zat da ağzını, burnunu tutarak hükümdara yaklaşır. Hükümdar kendi kendine, adamın doğru söylediğine inanır ve eline kağıt kalem alarak bir yazı yazıp, o zata der ki: - Bu mektubu falan kumandana götür! O zat, mektubu alıp dışarı çıkınca, kendisine yemek yediren adama rastlar. Der ki: - Elindeki ne? O zat da, hükümdarın kendi eliyle yazdığı fermanlar ...

Cüneyd-i Bağdadi hazretleri - Görülen Rüya

Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, hocası hayatta iken, edep olarak, tam 30 yıl dinden bahsetmemişti, yani ortaya çıkıp da vaaz ü nasihat etmemişti. Bir gün rüyasında Resulullahı görür, ona (Konuş ya Cüneyd) diye emir verir. Sabah olunca, bunu hocama nasıl söyleyeceğim diye tereddütlü bir şekilde hocasının evinin yolunu tutar. Kapıyı çalar, hocasının huzuruna kabul edilir. Daha konuşmaya başlamadan hocası, (Konuş ya Cüneyd, aynı rüyayı ben de gördüm) buyurur.

Kibrin zararı

Günaha bir tevbe yeter, taata bin tevbe yetmez. Günah işleyen, tevbe ederse Allah affeder. Fakat ibadet eden, ucba kibre kapılabilir. Buna bin tevbe bile yetmez. Beni İsrailden bir fâsık vardı. Bir âbid de ibadetiyle şöhret bulmuştu. Fâsık, bu âbidin yanından geçerken, "Gideyim, şu âbidin yanına oturayım, belki Allahü teâlâ onun hürmetine beni affeder" diye düşündü. Gidip âbidin yanına oturdu. Âbid ise, üzerinde bulutun gölgelendirdiği bir zat olduğu için, böbürlenip, "Bu fâsık, benimle oturamaz" diyerek ondan yüzünü çevirdi. Yüz bulamayan fâsık da çekip gitti. Fakat Âbidin üzerindeki bulut, fâsıkla beraber gitti. Allahü teâlâ zamanın Peygamberine (İnsanlara niyetlerine göre muamele ederim. Fâsıkın günahlarını, onun bu iyi niyetinden dolayı affettim. Âbidin ibadetlerini de kibri sebebiyle yok ettim) diye vahyetti.

Ebu Cehil ve Kuyu

Bir gün Ebu Cehil, Peygamber efendimize bir tuzak hazırlayarak evinin önüne bir kuyu kazdırır. Ve sonra Resulullahı evine davet eder. Peygamber efendimiz davet üzerine Ebu Cehilin evine doğru yola çıkar. Eve yaklaştığında, Cebrail aleyhisselam gelip, Ebu Cehil'in, evinin önünde tuzak için bir kuyu kazdığını söyler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz kendi evlerine döner. Ebu Cehil ise, geri dönmesine bir mana veremeyerek kendisine sormak için arkasından koştuğunda, kapının önündeki kuyuyu unutarak, adımını atar atmaz kendi eliyle kazdığı kuyuya düşer. Çıkarmak için ip uzattıklarında, bir türlü ipe kavuşamaz. İpler uzadıkça kuyu derinleşir. Bu hâl üzerine Ebu Cehil karanlık kuyuda çıldıracak gibi olur. Resulullaha haber verilerek kendisinin çıkarılmasını ister. Durumu Peygamber efendimize bildirirler. Hemen kuyu başına gelerek seslenir: - Seni kuyudan çıkarırsam iman eder misin? O da kabul eder. Peygamber efendimiz mübarek ellerini uzatarak Ebu Cehili kuyudan çıkarır. Eb...

Hiçbir kapı açık kalmasın

Bir zamanlar valilik yapan birinin çok güzel bir bahçesi vardı. Rengarenk çiçeklerle donatılmış, tam bir zevk ve sefa yeriydi. Bir gün vali, bu bahçeye geldi. Orada bahçıvanın hanımını gördü. Kadın çok güzeldi. Vali, bir bahane ile kadının kocası olan bahçıvanı, bir iş için dışarıya gönderdi. Kadına da dedi ki: - Bahçenin kapılarını kapat. Hiçbir kapı açık kalmasın! Kadın, akıllı ve namuslu idi. Valinin kendisine kötü niyet taşıdığını anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve biraz sonra gelip dedi ki: - Kapıları kapattım. Yalnız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gücüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum. -O, hangi kapıdır? -Bu kapı, Allahü teâlânın bizi gözetlediği kapıdır. Vali, bu sözü duyunca, pişman olup tevbe etti. Kendisini ilme ve ibadete verdi. Allahü teâlânın sevgili kullarından biri oldu.

Sultan Mahmud-u Gaznevi hazretleri

Sultan Mahmud-u Gaznevi hazretleri bir savaş sonunda çok kıymetli bir elmas yakut taşı ganimet olarak ele geçirir. Sonra taşı eline alarak baş vezirine, (Al bu taşı kır, paramparça et) der. Baş vezir der ki: - Aman efendim bu çok kıymetli ben bunu kıramam. Sonra yanındaki diğer vezire aynı şeyi söyler. O da der ki: - Bu çok kıymetlidir, kırılmaz bu. Diğerlerinin hepsi aynı şeyi söylerler. Sultan, özel hizmetçisi Ayaz’ı çağırıp, (Al bu taşı kır) der. Daha demeye kalmadan Ayaz taşı yere vurup kırar, paramparça eder. Padişah hiddetli bir şekilde der ki: - Bre Ayaz sen ne yaptın, vezirler bunun çok kıymetli olduğunu söylediler. Nasıl kırarsın bunu? Ayaz der ki: - Efendim, ben taştan ne anlarım, benim için kıymetli olan sizin emrinizdir, sizin kalbinizdir, kalbiniz kırılacağına varsın taş kırılsın. Sultan vezirlerine dönüp der ki: - Ayaz’ı niçin sevdiğimi anladınız değil mi? Sizin gibi beni bir taşa değişmedi.

Kalbime kibir gelmesinden korktum

Evliyaullahtan bir zat, Ramazan günü talebeleriyle birlikte bir şehre gitmek için yola çıktılar. Şehre yaklaştıklarında akın akın insanların kendilerini karşılamak üzere yollara döküldüklerini gördüler. Mübarek zat, hemen çıkınından kuru ekmeğini çıkararak ağzına attı. Bunu gören ahali, (Biz de bu zatı, âlim bir veli bilirdik, Ramazan günü oruç tutmuyor, üstelik açıktan oruç yiyor. Böyle biri ile konuşulur mu hiç?) diyerek dağıldılar. Talebeleri yaptığı hareketin sebebi hikmetini sorduklarında, (O kadar insanın bizim için yollara döküldüğünü gördüğümde kalbime kibir ve büyüklenme gelmesinden korktum, onların gözünden düşüp nefsimi aşağılatmak için bunu yaptım. Ekmeği ısırdım ama yutmadım. Herkes ekmeği yediğimi sandı. Kalbime kibir yerleşerek Allahü teâlânın gazabına sebep olsaydım, hâlim ne olurdu) dedi.

Behlül Dânâ

Behlül Dânâ, bir gün Harun Reşid'den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını verdi. Behlül hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncıya sordu: “Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Behlül bir şey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, "Behlül daha demin vazife verdik sana, ne çabuk bıktın?" dedi. Behlül açıkladı: “Çarşı pazarın ağası varmış! Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, ceza ve mükafatları verilmiş, bana ihtiyaç kalmamış.”

Somuncu baba

Somuncu baba, bir talebesine, bir teneke buğday verip, bunun yarısını kendin için, yarısını da benim için bir tarlanın yarısına ek der. Talebe eker. Ekinlerin yetiştiği mevsimde, tarlaya giderler, talebenin olan kısımdaki ekinler gayet iyi yetişmiş, Somuncu babanınki ise gelişmemişti. Talebeye gelişen mahsulün kimin olduğunu sorar. Talebe de utancından (Sizin) der. Somuncu baba, (Biz ahiretimiz için çalışıyorduk. Acaba hangi günahımızdan dolayı dünyamız mamur olmaya başladı da bu ekinler böyle yetişti?) der. Talebe, gerçeği söyleyerek hocasının üzüntüsünü giderir.

Bedevi

Çölde, yaşayan bir bedevinin bir horozu, bir köpeği ve bir de merkebi vardı. Horoz, sabahları öter, onları namaza uyandırırdı. Bir gün tilki horozu alıp götürdü. Çoluk çocuğu üzüldü. Bedevi, hakkımızda belki bu hayırlıdır diyerek onları teselli etti. Bir kurt, yüklerini taşıyan merkebini parçaladı. Bedevi, üzülen çoluk çocuğunu yine, belki hakkımızda hayırlısı budur diyerek teselli etti. Bir müddet sonra kendilerine bekçilik eden köpekleri de öldü. Bedevi yine ailesini teselli etti. Bir sabah gördüler ki, ilerideki birkaç çadırda yaşayanlar, esir alınarak götürülmüş. Hayvanlarının sesleri, merkep anırması, horoz ötmesi ve köpek havlaması çadırda yaşayanları ele vermiş. Bedevinin hayvanları olmadığı için onların varlığından haberdar olamamışlar.